Üyelik Girişi
Site Haritası
Takvim
Yalıboyu Mimarlık

Bimarhane (Darüşşifa) / Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi

 AMASYA BİMARHANESİ - AMASYA DARÜŞ-ŞİFASI
SABUNCUOĞLU ŞEREFEDDİN TIP VE CERRAHİ TARİHİ MÜZESİ

  

       Yeşilırmak'a paralel olarak uzanan Mehmetpaşa caddesi kenarında medrese plan şemasında inşa edilmiş olan Darüşşifanın portali üzerinde portal nişini üç yönde tek satır halinde dolanan Arapça kitabesinden, yapıyı 1308 yılında, İlhanlı hükümdarı Sultan Olcaytu Mehmed Han'ın karısı İlduş Hatun'un kölesi olan Anber bin Abdullah ile Anadolu Emiri Ahmed Bey'in inşa ettirdiği öğrenilmektedir.Ancak mimarı hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Darüşşifanın günümüze ulaşmamış vakfiyesinin 1312 ‘de düzenlendiği de bilinmektedir.
      Dikdörtgen bir avlu etrafında, uzun eksene paralel iki revak sırası ve bu revakların gerisinde çeşitli mekanlar yeralmış, giriş eyvanı ile karşısındaki ana eyvanla da yapı, avlulu iki eyvanlı bir şemaya sahip olmuştur. Ana eyvan sivri bir kemerle avluya açılmıştır. Üstü ise çatı-tonoz sistemiyle örtülmüştür.Ana eyvanın doğu duvarında iki yanı tuğla örgü söveli yüksek bir dikdörtgen pencere bulunur. Eyvanın iki yanında yeralan köşe mekanlarına, revaklara açılan yay kemerli birer kapı ile girilir. Enine dikdörtgen olan bu köşe mekanlarının üstü birer beşik tonozla örtülmüştür. Avlunun iki tarafındaki revaklar ise zar, mukarnaslı ve profilli olarak çeşitlilik gösteren başlıklara sahip sütunlara dayanan muntazam kesme taştan sivri kemerlerle meydana getirilmiştir. Üzeri düz taş bloklarla geçilerek örtülmüş revakların gerisinde yeralan uzun salonlar halindeki mekanlar yay kemerli üçer kapı ile revaklara açılır. Bu salonlar tuğladan sivri kemerlerin desteklediği uzun beşik tonozla kapatılmıştır. Bu kemerler beden duvarları içine yerleştirilmiş bingi taşlarına oturmakta ve mekanlar da mazgal pencerelerle dışa açılmaktadır.

 

        Revakların altına doğrudan doğruya bir kemerle bağlanan iki taraftakş beşik tonoz örtülü eyvanımsı mekanlar, adeta portal eyvanının iki tarafında bulunan mekanlara geçiş imkanı veren koridorlar halindedir. Batıdaki köşe mekanlarının giriş kapıları, doğudakilerden farklı olarak duvar örgü dokusuyla meydana getirimiş olup sivri kemerlidir. Taçkapı tarafındaki köşe mekanlarının önemli bir özelliği, büyük birer pencereyle batı cephesine açılmış olmalarıdır. Bunlar yan cephelere ise birer mazgal pencereyle açılırlar. Abidevi bir eyvan görünüşündeki taçkapı mekanı sivri kemerli, beşik tonoz örtülüdür. İki yanda yay kemerli birer niş burayı hacim olarak daha etkili kılar. Taçkapı açıklığı ise kırık yay kemerli ve iki yanı profilli bir şekilde inşa edilmiş bir nişle cepheye bağlanmıştır.
       Mimari özellikleri bakımından yapı caddeye açılan batı cephesiyle abidevi etkisini günümüze kadar sürdürmüştür. Muntazam kesme taştan örülmüş bu cephe üstten ince profilli taş frizle sınırlanırken, üçte bir oranında daha yüksek ve taşkın olan portal, sahip olduğu plastik özelliğiyle cepheye hakim bir ifade yaratmaktadır. Fakat bu hakimiyet portalin iki tarafında yeralan büyük birer pencereyle sağlandığı gibi, bu cepheyi iki yandan sınırlayan silindirik köşe kuleleriyle dengelenerek simetrik bir ifade kazanmaktadır. Böylece binanın giriş cephesi, geleneksel Anadolu Selçuklu yapı özelliğinin bir ifadesi olmuştur. Doğu, batı ve kuzey cepheler ise gelişigüzel taşlarla örülmüş ve birer payanda ile desteklenerek orijinal durumları kaybolmuş biçimde günümüze kadar gelebilmiştir.
            Darüşşifanın avlu cephesi ise çeşitlilik gösteren sütunlar ve başlıkları üzerinde yükselen sivri kemerli revaklar, muntazam kesme taştan eyvan kemerleri ve taş yüzeylerle dikey hatların hakim olduğu izlenimini vermektedir. Yapıda dış cephe tezyinatı olarak başlıca süsleme unsuru , taş işçiliğin ifadelendirdiği portal ve iki yanında yeralan iki dikdörtgen penceredir. Darüşşifanın portal ve avlu cephesini oluşturan unsurlarda bütünüyle muntazam kesme taş kullanılmıştır. Sütunlar ve sütun başlıkları taştandır. Dış duvarlar ve tonoz örtülerde muntazam olmayan taş örgü görülürken, açılmayı önleyici tonoz kemerlerinde tuğla örgü mevcuttur.

 

         Her bir sütun ve sütun başlığı birbirinden farklıdır. Sütunlar dahil tamamı devşirme taşlardan yapılmış ve değişik medeniyetlerin izlerini saklamıştır. (Bizans, roma, yunan vb.)           

         Kitabede de belirtildiği gibi yapı darüşşifa olarak genel anlamda bir hastahane fonksiyonuna sahipti. Yapının bimarhane olarak tanınması, burada sadece akıl hastalarının bulunduğu düşüncesinden kaynaklanmıştır. Darüşşifa başlangıçta olduğu gibi sonraları da uzun süre bir tıbbi müessese halinde çalışmıştır.

          Cerrahiyye-i İlhaniyye müellifi Sabuncuoğlu Şerefeddin Ali'nin burada hekimlik ve cerrahlık yaptığı, aynı müellifin Mücerrebname adlı eserinden öğrenilmektedir.              Bugün restore edilmiş ve çevresinde yeşil alan düzenlemesi yapılmış durumda olan bina halkın ziyaretine açık tutulmaktadır.

 (Kyn:seldjukian)

 

Şerafettin Sabuncuoğlu
( 1386-1470)

                                 

            Fatih döneminin meşhur hekimleri arasında yer alan Şerafettin Sabuncuoğlu 1386 yılında şehzadeler şehri diye anılan Amasya şehrinde doğmuştur Kitaplarında yer verdiği soy kütüğüne göre Babasının adı Ali Çelebi Dedesinin adı Sabuncuoğlu Hacı İlyas Çelebidir.

            Sabuncuoğlu Hacı İlyas Çelebi 1408-1421 yıllarında , babası Ali Çelebi’de 1421-1451 yıllarında hekimbaşılık yapmış zamanın ünlü hekimleridir.   

            Şerafettin Sabuncuoğlu temel eğitimini Burhanettin Ahmetten almış ve Amasya Darüşşifâsı'nda tamamlamış , 17 yaşında hekimliğe başlamıştır. Bundan sonra hayatını okumaya , araştırmaya ve denemeye veren Sabuncuoğlu Şerafettin eserlerinde 14 yıl hekimlik yaptığını iftiharla belirtir. Hekimliğin usta çırak usulüyle dükkanlarda yapıldığı dönemde bir darüşşifada çalışabilmek gerçekten çok güçtü ve böyle bir hizmet ancak liyakat sahibi üstatlara veriliyordu.    


            Şerafeddin Sabuncuoğlu, diğer birçok hekimin aksine özellikle cerrahî ile ilgilenmiştir. Genel olarak hekimler cerrahîye pek ilgi duymamışlar hatta cerrahî tedavinin gerekli olduğu durumlarda bile, ilaçla tedaviyi tercih etmişlerdir. Bunun sebebi cerrahî müdahalede hayatî tehlikenin çok yüksek olması ve bu tehlikeyi asgariye indirecek ve ameliyatı kolaylaştıracak bazı teknik imkanların bulunmamasıdır. Sabuncuoğlu Şerafeddin 14 yıl boyunca da Bimarhane'de çalışmalarını sürdürmüştür. Yaptığı çalışmalar sonucunda zamanla adı bütün Anadolu'da duyulmuştur. Şu anda adına bir hastahane bulunur.
Eserleri


Şerefeddin Sabuncuoğlu'nun bilindiği üzere 3 eseri bulunmaktadır.          

* Akrabadin Tercümesi         
* Kitâbü'l-Cerrahiyyeti'l-İlhaniyye   
* Mücerrepname        



Akrabadin Tercümesi            


            II. Bayezid, şehzadeliği zamanında, Amasya Valisi iken (1481-1512), Şerefeddin Sabuncuoğlu'ndan Zeyneddin el-Cürcânî'nin (öl. 1136) Zahire-i Harzemşâhî diye bilinen eserini tercüme etmesini istemiş Sabuncuoğlu da bu hacimli eserin sadece farmakoloji kısmını çevirmiştir ayrıca kendiside eserin sonuna iki bölüm eklemiştir.

            Eserde ilaçların özellikleri , hazırlanması gargara, yağlar, merhemler... anlatılmakta ayrıca kusturucular müshiller,ağız dil ve damak , diş göz ilaçlarına ve lavmanlara yer verilmektedir eserin sonunda Türkçe sözlükte önerdiği Türkçe tıp terimleri incelemeye değerdir.

KİTABÜ’L – CERRAHİYYETİ’L – İLHANİYYE     

            Sabuncuoğlu'nun ikinci ve nispeten daha meşhur olan eseridir. Eser, bilindiği kadarıyla, Osmanlı İmparatorluğunda kaleme alınmış yegâne resimli cerrahî eseridir.

            11. yüzyılda Endülüs'te yaşamış olan Ebû'l-Kâsım Zehrâvî'nin Kitâbü'l-Tasrîf adlı eserinin cerrahî ile ilgili kısmının tercümesi olduğu ileri sürülmüştür. Ancak Sabuncuoğlu her ne kadar büyük ölçüde söz konusu eserden yararlanmışsa da, eseri tam olarak tercüme ettiği söylenemez. Eserde, yer yer kendi gözlem ve deney sonuçları da yer almaktadır.

            Doğal olarak, Sabuncuoğlu kendinden önce yaşamış belli başlı cerrahlardan olan Zehrâvî’den yararlanmak zorunda idi, ancak bir hekim, bir cerrah olarak kendi çalışmalarıyla mevcut bilgiyi kaynaştırmış ve bize bu terkibi sunmuştur. Zehrâvî’nin eserinde yapılan ameliyatlar ve bu ameliyatlarda kullanılmış olan aletler verilmiştir.
 

 



            Hâlbuki Sabuncuoğlu'nda gerçekten önemli bir katkı daha vardır ki o da, aletlerin yanı sıra ameliyatın nasıl yapıldığını gösteren temsili resimlerin mevcut olmasıdır. Bu resimlerde hasta ve doktorun pozisyonu ile aletlerin nasıl kullanıldığı da görülmektedir. Böylece kullanılan cerrahî tekniğini de açık ve seçik olarak görmek mümkün olmaktadır.

            Günümüzde de zaman zaman yazılı açıklamalara yardımcı olmak üzere bu tip şemalar verilmektedir. Bu eserin bilinen üç kopyası vardır bunlardan ikisi İstanbul’da biriside Paris Bibliothque National’ dedir.             



            İstanbul'da bulunan Fatih millet kopyası ile Paris kopyası yazarın kaleminden çıkmıştır. Fatih Sultan Mehmet’e takdim edilen ve içinde II.Beyazıt’ın mührü bulunan kopya eserin kapağındaki kayda göre : Tanzimat Meclisi üyesi Yasinci Zade Mehmet İlmi Efendi tarafından 186O yılında Fransız hekimi Bırjuven’e armağan edilmiş. Böylece eser 9
Haziran 1871 de Bibliotheque Nationale girmiştir 409 sayfa olan 2. Kopya itina ile hareketlenmiş, Türk neshi ile yazılmış olup 138 resim ve 168 alet resmi içermektedir.

 MÜRECCEBNAME

            Sabuncuoğlu'nun üçüncü , en son ve en önemli eseri Mücerrebnâme adını taşıyan eseridir Bu eser adından da anlaşılacağı gibi, ilaçlarla ilgilidir. Şerefeddin Sabuncuoğlu bu eserinde sadece muhtelif ilaçlar ve onların kullanılışlarıyla ilgili bilgiler vermemiştir. Bilindiği gibi, uzun yıllar hekim olarak görev yapmıştır; bu sırada kazandığı deneyimlerinin yanı sıra, bizzat yaptığı bazı deneyleri de burada aktarmıştır. Onlardan biri de bazı zehirlerle ilgili olarak yaptığı hayvan deneyleridir. Bu deneylerde denek olarak horozları kullanmıştır.Bu eserde kendi yaptığı deneyler sonucu önerdiği bazı ilaçlar anlatılmaktadır.

            Eldeki kaynaklara göre sabuncuoğlu’nun bilim alemine ilk defa tanıtılması 1920 yılında İKDAM gazetesinde Ruscuklu Doktor Hakkı UZEL tarafından yayınlanan bir makale ile yapılmıştır.  

            Türk tıp tarihinde , kendi denediği ilaç ve tedavi metotlarını derleyen ilk eser Şerafeddin Sabuncuoğlu tarafından yazılmıştır. Mücerrepname adını alan bu eser ve eserde geçen deneyler kısaca şöyledir:         

            İlk deney yılan sokmasına karşı kendi hazırladığı antidotu içmiş sonra elinin orta parmağını yılana ısırtmıştır. Kendi deyişiyle “Ne parmağı şişmiş nede vücudunda belirti gözlenmiştir.”

            İkinci deneyde ise, yılan zehrinin etkisini araştırmak amacıyla yapılmıştır bu deney için horoz deney hayvanı olarak seçilmiş hayvanın bir budunun tüyleri yolunarak çok zehirli bir yılana çıblak derisinden ısırtılmıştır . Sonra daha önce hazırlanan ve zehrin etkisini yok eden tiryak horoza içirilerek hayvan kontrol altına alınmıştır.Ertesi gün deride yeşilimtrak bir yara görülmüş ve tekrar tiryak verilmiştir. İkinci günde belirti kaybolmuş ve hayvan eşleriyle gezinir halde bulunmuştur.    

            Şerafettin Sabuncuoğlu orijinal gözlem ve deneylere cerrahi eserinde de yer vermiştir. Bunlardan diş ağrısına akupunktur kullanması trakeotomili bir hastada yaptığı estetik cerrahi girişimi ve boğaza kaçan cisim çıkarılması hakkındaki yöntemler in ilginç olanlarındandır.

            Eserlerinde en dikkat çekilen temel unsur tedavi metodlarının en ince ayrıntılarına kadar anlatması ve cerrahi teknikleri çok açık bir dilde herkesin anlayacağı şekilde açıklaması ve kullanılan aletlerin şekillerinide resmetmesidir.           



       Sabuncuoğluna göre tedavi başarısız olursa cerrahi yol denenmelidir ayrıca ameliyat sonrası bakıma da çok önem verir . Denediği ilaçlarda görülebilecek yan etkileri belirtmiştir. 

       Gerçekten iyi bir derleyici ögretici ve aktarıcı olan eser verebilecek nitelikte hekimler yetiştiren Şerafettin Sabuncuoğlu Doğunun bilim dilleri olan (Arapça ve Farsça) ‘yı iyi bildigi halde Cerrahiyet al-Haniyye’nin ön sözünde : “Bu kitabı Türkçe yazdım şu nedenle ki Anadolu Halkı Türkçe konuşur , zamanımızın cerrahlarının çoğu okuma yazma bilmezler bilenlerde Türkçe yazılmış kitapları okuyabilirler“ demektedir. Akrabadin’in önsözünde ise “Otuzüçüncü babda kitaptaki terimler için bir sözlük hazırladım çünkü eger yalnız Türkçe yazacak olursam Türkçe kısırbir dil olduğundan kelimelerin ahengi kalmaz ve tıp dili bozulur” demektedir. Yani eserlerinin Türkçe yazarken türk dilinden çok türk ulusunu düşünmüştür. Eserlerinin kolayca anlaşılabilmesi için halk dilini kullanmıştır. 

       Şerafettin Sabuncuoğlu kendi eliyle yazdığı eserleri elimizde olduğu için yalnızca bilimsel ve kültürel içeriği değil hat ve resim sanatı açısından da değerini irdeleyebilmekteyiz.
 

 


Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam93
Toplam Ziyaret776948
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.440034.5781
Euro35.959736.1038
İller Arası Mesafe
Çikolata Dünyası